İnsan bazen başını alıp gitmek ister. Bu istekte başrol dağlarındır. En güzel düşler, dağlarda yürüyüş düşleridir. Çiçekli patikalar, sessizlik, şırıl şırıl akan dereler, kuş sesleri, rüzgarın uğultusu, ormanlar, bulutlar, uzaklardaki karlı zirveler… Ben bu görüntülerin süslediği düşleri çok severim. Arada bir de bu düşleri gerçekleştirmek için dağ yürüyüşlerine heveslenirim. Ama daha ilk yokuşun yarısında nefes nefese kalınca, gerçeğin düşle pek örtüşmediğinin farkına varırım. Zorlu yokuşlarda, alnımdan akan terler ve kesilen soluğum düşlerimi süsleyen tüm görüntüleri siler götürür.
Tüm bu gerçeğin farkında olmama rağmen, İngiliz edebiyat adamı D.H. Lawrance'in Alp'lerde yaptığı inişli çıkışlı zorlu yürüyüşü kıskanmadan edemedim. Lawrance çağdaş edebiyatın hayranlık uyandıran yazarlarından birisi. Kıskanmama konu olan yürüyüşü, "İtalya'da Alacakaranlık" adlı kitabında anlatmış. Yürüyüş 1912 yılında, Avusturya ile İtalya arasında, Garda Gölü'nü çevreleyen dağlarda yapılmış. Zevkli, keyifli, yorucu, tezatlar ve güzelliklerle dolu bir yürüyüş.
Lawrance'in betimlemeleri baştan çıkartıcı ve davetkar. İşte beni Alp yürüyüşüne çağıran paragraflardan biri: "Karşıda ağır yüklü bir dağ, göl kıyısı boyunca yere çömelmişti; üst yarısı göğe ait parlak bir beyazdı, alt yarısı ise karanlık ve zalim. Bir bakıma burası cennetle yeryüzünün ayrıldığı yerdi…"
Dağlar ruhları yalnızlaştırır. Dağlarda yürümek, özgürlüğün tadına varmaktır. Çimenlere resim yapmak, şiir yazmaktır. Tıpkı Lawrance gibi: "Karlı, soluk renkli sırtların üstünde ay yükseldi; yavaş yavaş adına yakışır hale geldi. Zeytin ağacının kökleri arasında pembe uçlu bir papatya uykuya dalmak üzereydi. Onu koparıp kırılgan ve üzerlerine ay ışığı vurmuş küçümen çuha çiçeklerinin arasına yerleştirdim, uykusu ötekileri de ısıtsın diye… Bir keresinde Nemrut Dağı'nda, krater gölünün çevresinde yürüyordum. Birden kendimi kuşlarla, çiçeklerle konuşurken yakaladım. Yalnız yürüyüşlerin, insanı dilsiz canlılarla konuşturduğunu Nemrut Dağı'nda öğrendim. Bir daha da unutmadım. Dağlara giderken yanıma hep en güzel kelimeleri aldım. O gün bugündür dağ başında kelimesiz kalmaktan korkar oldum.
D.H. Lawrance "İtalya'da Alacakaranlık"ta yürüyüş önerilerinde de bulunur: "İnsan yürüdüğünde batıya ya da güneye gitmelidir. Kuzeye ya da doğuya gitmek kör noktaya doğru ilerlemektir. Haçlılar evlerine doyuma ermiş olarak döndüklerinden beri bu böyledir ve Rönesans batı göğünü gelecek için bir kemer olarak görmüştür. Bugün de böyledir. Güneye ve batıya doğru ilerlemeliyiz…"
Ben dağları çok bilmem ama çok severim. Hele akşam güneşinin onları mora boyamasına dayanamam. Onlara bakarken yücelik duygusunun tüm benliğimi sarmaladığını hissederim. Veya sabah güneşinin, bir tepenin ardından karanlığı eritmesini seyrederken tüm gerçeklik duygularından sıyrılırım. Ama bir güneş doğumunu Lawrance gibi anlatamamanın kıskançlığını da hep yaşarım: "Dağ sıralarında bir noktada ışık altın gibi yanar, tepenin kenarında küçük bir yeri eritir, oyuk açar gibidir. Bu noktada eritir, eritir ve aniden yoğun, ergin, canlı bir ışık ortaya çıkar. Aniden erir dağlar, ışık aşağıya iner…"
Yazarın bazı tanımlamaları vardır ki, kendimi Karadeniz'in yeşil yaylalarında dolaşırken hayal etmekten alıkoyamam. Hatta orada olduğumu zannederim. Gerçekle hayali karıştırırım. İşte bu tanımlamalardan bir tanesi: "Yukarıda, ıslak ve yeşil çimenleriyle ve arkadaki çam ağaçlarıyla yamaçta gelişigüzel dağılmış küçük köyler, aşağılarındaki vadi ve tepelerindeki kayalar dünyadan soyutlanmış insanların geçici yerleşim yerleri gibi duruyor…"
Lawrance'in kitabı, dağları ve çelişkileri, insanları, mekanları, zirveleri bahane eden kültür üstüne bir kitaptır. Son noktadan sonra kitabı kapatınca aklım yine dağlara takıldı kaldı. Artık mevsim iyice bahara döndü. Şimdi yola çıkmanın zamanıdır. Çiçeklerle, böceklerle konuşmanın da!.. Biliyorum yine nefes nefes, kan ter içinde yürüyüşler olacak. Ve soluğumu toparlayamadan yine çevremi saran güzelliklerin farkına varamayacağım. Olsun, dağlar her şeye değer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder